© Kıbrıs Haber Sitesi 2023

Birikim Özgür kendi gerçeklerini kaleme aldı

Gazetelerde Başbakan Hüseyin Özgürgün’ün, “Önemli olan protokolü imzalamak değil orada yazılanları hayata geçirmektir” şeklindeki açıklamasını okuyunca şaşırdım. 2016-2018 Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü’ne atılan imzaların mürekkebi henüz kurumadı.

Bütçemizin yüzde 79,5’inin maaş ve maaş benzeri ödemeler için kullanıldığını, bunun bütçe yapımızı katılaştırdığını, bütçe kaynaklarının farklı alanlarda kullanılmasını tartışma zeminimiz olmadığını ve siyaset kurumunun elinin kolunun bağlı olduğunu, bu durumu aşmak içinse bütçeyi esnek bir yapıya kavuşturmamız gerektiğini uzunca bir süredir anlatmaya çalışıyoruz. Bunun için maaş ve maaş benzeri ödemelerin bütçe içerisindeki oransal payını düşürmeye odaklanmanın önemi üzerinde duruyoruz. Nitekim Türkiye ile imzalanan protokol de 2016, 2017, 2018 yılları sonlarında maaş ve maaş benzeri ödemelerin sırasıyla yerel bütçenin yüzde 78, 76,5 ve 75’ine düşürülmesihedefini içeriyor. Kamu sektörüne ilişkin maliye bacağında protokolde yer alan en önemli hedef bu. Üstelik bu hedef tutturulamazsa diğer hedeflerin tümü de anlamını yitirecek çünkü mali sürdürülebilirlik kamunun ekonomik büyümeye katkı yapabilmesinin teknik yönden önkoşuludur. Bu hedefe göre 2016, 2017 ve 2018’de maaş ve maaş benzeri ödemelerin her yıl reelde (enflasyondan arındırılmış şekliyle) en az 50’şer milyon TL düşürülmesi gerekiyor. Eşel mobil sistemine göre 6 aylık periyotlarla maaşların enflasyon oranında artırıldığı dikkate alınırsa ve 2015 verilerine göre hesaplanan 50 milyon TL’nin de 2016-2018 dönemi için nominal değeri göz önünde bulundurulursa, maaş ve maaş benzeri ödemelerin 1) 2016’da 61 milyon TL, 2017’de 73 milyon TL ve 2018’de 87 milyon TL civarlarında DÜŞMESİ için tedbir alınması veya 2) her yıl bütçe gelirlerinin aynı miktarlarda artışını sağlayacak somut bir formül üretilmesi gerekiyor (örneğin vergi ve harçların artırılması, vb. gibi). Ne var ki UBP-DP azınlık hükümetinin icraatları hiçbir biçimde bu verilerle uyumlu seyretmiyor. Başbakan Özgürgün’ün açıklamasının şaşırtıcı olmasının sebebi de bu. Örneğin, yeni müşavirler yaratılarak maaş ve maaş benzeri ödemeler artırılıyor. 6 ay sonra yaş haddinden emekliye ayrılacak bir kişinin müdür atanacağı bilgisine sahibiz. Bu sayede söz konusu kamu çalışanının emeklilik ikramiyesi 61 bin TL artacak ve aylık emekli maaşı da 1,140 TL yükselecek! Umurlarında mı? Tam aksine… Zaten bu ve benzeri atamaların rasyonel gerekçesi bu kişilere birtakım avantajlar sağlamak! Böylelikle yaşamları boyunca UBP ve DP’ye hizmette sınır tanımayacaklar. Bu koşullarda protokolde yer alan maaş ve maaş benzeri ödemelere ilişkin taahhüttün bir önemi kalır mı? Felsefe basit… Önce partilerimiz, sonra toplumun geleceği, en son da toplumumuzun uluslararası alandaki taahhütleri, saygınlığı, haysiyeti… Bir başka örnek… Hükümet, sayıları 450’ye yakın dar bir kamu çalışanı kesiminin maaşlarına yıllık yaklaşık 8 milyon TL’lik bir artış yapmaya hazırlanıyor. Bunun için ihtiyaç duyulan yasal düzenleme Meclis’ten geçirilmek üzere. “Yaz tatili başlamadan yasa Meclis Genel Kurulu’ndan geçsin” diyorlar. Talimatı veren kim? Komite Başkanı Ersin Tatar tutanaklara geçecek şekilde bu sorunun yanıtını vermiş bulunuyor: Başbakan Hüseyin Özgürgün. Aynı Başbakan, “Önemli olan protokolü imzalamak değil orada yazılanları hayata geçirmektir” dediği zaman insan şaşırmayıp ne yapsın? Bu 8 milyon TL’ye yakın meblağ her yıl artacak ve söz konusu kesimin emekliliğine de yansıyacak. Bu artışın ardından haliyle başka kesimlerin talepleri de gündeme gelecek. En mağdur kesim özel sektör çalışanları… Yıllardır yerel gelirlerimizin çok büyük bir kısmı özel sektör çalışanlarımızı da kapsayacak şekilde halkın geneli için kullanılmaktansa sanki de ülkede sadece kamu çalışanları yaşıyormuşçasına bir politika güdülüyor. Bu politika görünür olduğu müddetçe de özel sektör çalışanlarının siyasete dair umutlarını yükseltmemizin, siyasete bu kesim arasında saygınlık kazandırmamızın imkân ve ihtimali olmayacak. Diğer yandan kamu çalışanlarının çok büyük bir kesimi de eşitsizliklerden, sosyal adaletsizlikten ve bilumum çarpıklıktan bıkıp usanmış durumda. Haliyle talepler gündeme gelmekte. En meşru talep de 47/2010 sayılı yasa ile istihdam edilenlerin talepleri olacak çünkü bu kesim 2011 öncesinde istihdam edilip de aynı işi yapanlardan çok daha az bir maaşla çalıştırılıyor olmaktan oldukça rahatsız. “Hükümet bir kesimin mali külfet yaratacak taleplerine olumlu yanıt veriyorsa, bizim başımız kel mi?” diye sorma hakları doğuyor doğal olarak. İnsan bu koşullarda gerçekten de sormadan edemiyor… Kamu Hizmeti Komisyonu tarafından gerçekleştirilen yarışma sınavlarında başarılı olup 47/2010 sayılı yasa kapsamında istihdam edilenlerin günahı ne? Yarışma sınavından geçerek kamunun gerçek ihtiyaç duyduğu öğretmen, doktor ve mühendis gibi kadrolara istihdam edilenlerin sosyal adalet beklentisi göz ardı edilecek ama diğer yandan yarışma sınavından geçmeden ve bir kısmı gizli işsiz konumunda olan bir kesimin talepleri karşılanacak… Üstelik bu yapılırken, “başka taleplere ilişkin örnek teşkil etmemesi koşuluyla” denilerek, 47/2010 sayılı yasa kapsamında istihdam edilenlerin taleplerinin önü kesilecek! Bu dar kesim kısa sürede 6,500 TL’nin üzerinde bir maaş alabilecekken 47/2010 sayılı yasa kapsamında olan ve yarışma sınavından geçen bir üniversite mezunu 7 sene çalıştıktan sonra kadrosunun derece terfisi açılırsa ve sınavda başarılı olup terfiyi alırsa 18. sene sonunda en fazla 5,000 TL maaş çekebilecek. Adalet bunun neresinde? Uzman hekimlerden tutunuz da pratisyen hekimlere, mühendislere ve öğretmenlere kadar çok geniş bir kesim bu duruma isyan etmeyecek mi? Kamudaki geçici işçi ve memurlar asıl ve sürekli kadrolara atanmaları halinde ihtiyat sandığı işveren katkılarını ve işçi olup da kıdem tazminatı almışlarsa bunun karşılığını maliyeye iade etmek koşuluyla barem içi artış alabiliyorken bu dar kamu çalışanı kesimi ayrıcalıklı bir uygulamaya tabi tutulmuş olacak. Bu durumda sosyal adalet duygusu zedelenmeyecek mi? Yeni tartışmalar gündeme gelmeyecek mi? Geçmişte yine siyasi bir kararla tasfiye edilen bankalardan kamuya aktarılan ve her iki hizmet yılına karşılık bir yıllık kademe ilerlemesi alabilen, kamuya atandıkları zaman sadece kamudaki hizmet süreleri kademe ilerlemelerinden sayılan kamu çalışanları, “quo vadis azınlık hükümeti?” diye sormayacak mı? Kamuda yetkili sendikalarla 2016 mali yılı protokolüne ilişkin süreç henüz resmi olarak sona ermedi. Tüm bu konular sendikalarla protokol görüşmelerinde gündeme gelmeyecek mi? Bu konuları masaya getirecek sendikalara UBP-DP azınlık hükümeti hangi gerekçeyle“kusura bakmayın, kaynağımız yok, taleplerinizi karşılayamayız” diyecek? Daha da önemlisi, bu durumda masada KİM HAKLI POZİSYONDA OLACAK? Sendikalar mı hükümet mi? Vicdan sahibi herkesin bu soruya vereceği yanıt çok nettir: Elbette ki sendikalar… Kabul edelim ki günübirlik siyaset yapma yerine geleceği kurma iddiasıyla siyaset yapma derdinde olanlar için iktidar olmak da muhalefet olmak da bu ülkede çok zor! Biz Meclis’te CTP’nin Ekonomi, Maliye, Bütçe ve Plan Komitesi’nde görevlendirdiği milletvekilleri olarak diyoruz ki; Eğer hükümet herhangi bir kesime bir “güzellik” yapacaksa, YAPSIN! Bizim buna bir itirazımız OLMAZ! Bilakis, biz kendi iktidar dönemimizde bütçe dengelerini de gözeterek zaman içinde yapmayı öngördüğümüz bu “güzellikleri” muhalefetteyken DESTEKLERİZ! Hükümet de bu “güzellikleri” yaparken; 1) Söz konusu düzenlemenin T.C. ile imzalanan 2016-2018 protokolündeki hedeflerle ne şekilde ilişkilendirileceğini; 2) Haklı talepleri bulunan tüm kesimlerin dikkate alınıp alınmayacağını; 3) Ülkenin içinde bulunduğu mali krizin esas unsuru olan kamu borç stokuna ilişkin nasıl bir “borç ödeme planı” hazırladıklarını; ve 4) Tüm bu ilave mükellefiyetlerin yani harcamaların karşılanabilmesi için yıllar itibariyle gelirlerin nasıl artırılacağını somut verilerle ve şeffaf bir biçimde açıklamak zorundadır! Aksi takdirde; 1) Protokol ihlal edilerek Türkiye nazarında Kıbrıslı Türklere güven sorunu büyütülecek ve toplumsal haysiyetimiz bundan büyük bir yara alacak; 2) Sosyal adalet duygusu daha da zedeleneceğinden bilhassa kamuda çalışma barışı ve verimsizlikle ilgili sorunlar daha da büyüyecek; 3) Borç ödemesi gerçekleştiremediğimiz her yıl gelecek nesillerden “çalarak” yaptığımız harcamalara yenileri eklenecek; ve 4) Mali kriz derinleşecek, Türkiye’ye mali bağımlılık artacak, kamu borçları daha da büyüyecek ve “kendi ayakları üzerinde durabilecek bir sistemle federal çözüm koşullarına hazırlanma” şeklinde özetlenebilecek toplumsal vizyonumuz iyiden ulaşılamaz olacaktır. Doğru; “önemli olan protokolü imzalamak değil orada yazılanları hayata geçirmektir” de siz tam tersini yapıyorsunuz Sayın Özgürgün. İşin bir de şu yönü var: T.C. Büyükelçiliği mensupları Koordinasyon Ofisi ile ilgili “sahaya inecek kadar” duyarlı iken kendilerini de bağlayan iki devletli bir anlaşmanın gereklerinin yerine getirilmesi konusunda Koordinasyon Ofisi konusundaki duyarlılıklarının urubu kadar bir duyarlılık içerisinde ise yakın zamanda Başbakan’ın telefonu çalacak, karşıdaki ses, “Alo ben Tuğrul” diye söze girecek ve Türkiye resmen KKTC’yi protokole uygun hareket etme konusunda uyaracak. Çünkü T.C. bu konuya müdahil olmak için meşru bir zemine sahiptir. Her türlü enstrüman da protokol sayesinde ellerinde vardır, taahhütlerin karşılıklı yerine getirilmediği koşullarda, “ben de taahhütlerimi yerine getirmiyorum” deme hakkı saklıdır.

Hal bu iken, UBP-DP azınlık hükümetinin toplumsal vizyonumuza bizi yakınlaştırabileceğini veyahut da altına imza attıkları ve henüz mürekkebi kurumamış olan uluslararası taahhütleri yerine getirip toplumsal haysiyetimizi koruyabileceğini kim iddia edebilir? 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER