Şöyle ki;
Her ne kadar biz gereklerine odaklanmasak da Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte geliştirdiğimiz ortak bir anlayışımız vardı.
Dışa bağımlı olmayan, kendi ayakları üzerinde durabilen bir sistem için iki taraf birlikte çalışacaktı.
Bu ortak anlayışa bağlı olarak mali disiplinin sağlanması ve yapısal reformların hayata geçirilmesi için taraflar üzerlerine düşeni yapacaktı.
Mali disiplin hedefi kapsamında Türkiye’nin bütçe açıklarımıza katkısı tedrici olarak azaltılacak, biz de yerel bütçe açığımızı dengeleyerek sistemimizin dışa bağımlılığını ortadan kaldıracaktık.
Bunun sürdürülebilirliğini sağlamak içinse yapısal reformlarımızı hayata geçirecektik.
Ne var ki evdeki hesap bir türlü çarşıya uymadı.
Son 10 yılda mali disiplin yani yerel gelirlerin yerel giderleri karşılaması meselesi yeterince sahiplenilemedi, ekonomi odaklı siyasete geçiş sağlanamadı.
Yıllar itibariyle son 10 yılda yerel bütçe açığı ile Türkiye’nin bütçe açığımıza katkısının yer aldığı aşağıdaki grafikten de anlaşıldığı üzere giderleri dengeleme yönünde herhangi bir tedbir ihtiyacı olmayan dönemlerde tablo olumlu seyretse de yerel açığın arttığı koşullarda “nasıl olsa Türkiye açığımızı kapatır” anlayışıyla hareket edildiği görüldü.
Sadece 2018 yılında oluşan açığa rağmen Türkiye “kendi kendinizi yönetmelisiniz” dercesine bütçe açığımıza hiçbir katkı yapmadı.
Ne var ki 2020 anlaşmasıyla bir çuval incir berbat edilerek nemelazımcılığın, rehavetin ödüllendirilmesi gündeme geldi.
Bütçe açığına katkıda kantarın topuzunun kaçırıldığı bu durumdan sonra KKTC’de siyasetçilerin sorunlara gerçekçi çözüm önerileriyle yaklaşması son derece güç olacak.
CTP’li Başbakanlara bırakınız bütçe açıklarını karşılamayı savunma giderlerini dahi göndermeyen, UBP’li Başbakanlara ise kesenin ağzını açan bir Türkiye görüntüsü çizildi.
Kardeşim o zaman biz niye kendi yol arkadaşlarımızla dahi doğrusu şudur, budur diye kavgaya tutuştuk bunca zaman?
Türkiye’nin bu acemiliğinden sonra biz bu ülkede doğruları nasıl savunacağız?
“Nasıl olsa Türkiye açıklarımızı kapatır” statükosu ile nasıl yüzleşeceğiz?
Türkiye, “avuç açmaktansa kendi sistemimizdeki aksaklıkları giderelim” diyerek bu uğurda bedel ödeyen herkese çok acı bir ihanet duygusu yaşatmış oldu.
2010-2019 dönemi boyunca biz kendi ayaklarımız üzerinde durabilmek için yapmamız gerekenleri yeterince yapamasak da Türkiye hep sabırlı ama kararlı davranmıştı.
İmzalanan protokollere bağlı taahhütlerini çok büyük oranda yerine getirmişti.
Son 10 yılda Türkiye’nin bize taahhüt ettiği toplam destek miktarı 13 milyar 354 milyon dolaylarındaydı.
Gerçekleşen destek miktarı ise 7 milyar 873 milyon oldu.
Reformları Destekleme Ödeneği (RDÖ) hariç gerçekleşme oranı yüzde 69,03 oldu.
RDÖ dâhil yüzde 58,96 düzeyindeki gerçekleşme oranıyla Türkiye 41 milyar 504 milyon olan 10 yıllık toplam bütçemizin yüzde 18,97’sini karşıladı.
Geçen süre zarfında Kıbrıs Türk halkı kendi ayakları üzerinde durabilen bir yapıya kavuşabilmek için daha somut adımlar atabilmeliydi ancak bu ortak toplumsal vizyonun henüz siyasal alana egemen olamadığı koşullarda dahi Türkiye ile imzalanan protokoller bir çıpa vazifesi görmekteydi.
Bu sayede siyasal birikimlerimiz kartopu misali büyüyebiliyordu.
2018 yılında Türkiye’de yönetim sistemi değişti.
Bu değişimle birlikte Türkiye ile ilişkilerimizde ciddi bir istikrarsızlık sorunu baş gösterdi.
2010-2017 döneminde RDÖ hariç taahhüt edilen desteklerin gerçekleşme oranı yüzde 72 iken 2018 ve 2019 yıllarında bu oran dramatik biçimde düşerek yüzde 55 oldu.
Bu iki yıllık döneme ilişkin olumlu sayılabilecek tek şey bütçe açığına hiçbir desteğin sağlanmamış olmasıydı.
Bu yaklaşımın bilinçli bir tercih mi yoksa tesadüf eseri mi sergilendiği aylarca merak konusu oldu.
Çünkü bu dönem zarfında protokoller ya zamanında imzalanmadı ya da imzalar atıldığı halde hiçbir ciddi açıklama yapılmaksızın kaynak aktarımları geciktirildi.
Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve ekibinin KKTC ile dış yardım ilişkisini nasıl ele aldığı bu dönemde bir türlü tam olarak anlaşılamadı.
Geçtiğimiz günlerde imzalanan 2020 anlaşmasıyla Türkiye’deki ekiple ilgili endişelerin yersiz olmadığı ortaya çıktı.
Bu protokolle Kıbrıs Türk halkının ekonomide yeni normali birlikte yaratma ihtimali berhava edildi.
Covid-19 döneminde oluşan fakirleşmenin tüm toplum kesimleri tarafından birlikte göğüslenmesi ve ortak bir mücadeleyle orta vadede çok daha güçlü bir ekonomiye kavuşma hayalleri suya düştü.
Sayın Fuat Oktay ve ekibinin dış yardımları yönetme konusundaki tecrübesizliği nedeniyle sadece değişime direnen Kıbrıs Türk siyaseti ödüllendirilmedi aynı zamanda pandemi döneminde Kıbrıs Türk ekonomisinin çöküşüne de resmen ve fiilen seyirci kalındı.
Geçtiğimiz akşam Sayın Fuat Oktay BRT ekranlarından Kıbrıslı Türklere seslenerek zihniyet dönüşümü ve reformlarla ilgili dilek ve temennilerini paylaştı.
2020 anlaşması ile Kıbrıslı Türk siyasetçilerin kulağına “sakın ha reform kelimesini ağzınıza almayın, saflık edip de mali disiplinden falan da söz etmeyin” diye fısıldanırken bu dilek ve temennilerin gerçekleşmesi mümkün olabilir mi?
Söylemlerle uygulamalar arasında ciddi çelişkiler olmasaydı bugün kim bilir belki de KKTC Başbakanı yapısal reformların önemini anlatıyor olurdu ve bu alandaki performansına odaklanırdı.
Böylesi bir odaklanma gündeme gelmediği müddetçe 2020 anlaşmasının değişime ve dönüşüme hizmet ettiği iddiaları havada kalmaya mahkûmdur.
Siyaseten yaratılan garabetin yanında bazı teknik meselelerin de yeterince anlaşılamadığı görülüyor.
ARMA modeli ile yardımların daha hızlı ve daha verimli olacağı söyleniyor.
Türkiye’nin sunduğu teknik destek konusunda birtakım çalışmalar yapması anlaşılır bir şey olsa da bu ilişkinin tek taraflı yürütülemeyeceği hatta bu desteği alacak tarafın destekten yararlanma kapasitesini artırmanın da çok büyük önem taşıdığı göz ardı edilmemeli.
Değişim burada başlar, burada biter.
“Kıbrıslı Türkler bu yardımlardan yararlanamıyor, biz daha fazla müdahil olalım ve süreçleri hızlandıralım” anlayışı sürdürülebilirlikle ilgili ciddi kaygılara yol açıyor.
Bizim örneğin hızla inşa edilecek yeni bir hastane binası kadar yeni bir sağlık sistemine ve bu sisteme inanacak, bu sisteme sahip çıkacak siyasi anlayışı geliştirip yaşatmaya da ihtiyacımız var.
Bu da Türkiye’nin teknik destek kapasitesini aşan ve yerelde kotarılması gereken bir iş…
Bilinmeli ki ARMA ya da başka bir modelle bu yardımlar sunulurken eğer buradaki ihale süreçlerini hızlandırmayı başaramazsak yine projelerin gerçekleşme oranlarını artırmamız mümkün olamaz.
Seçimlerin gerçekleşme oranları üzerindeki olumsuz etkisini bertaraf edecek tedbirler de yine sadece burada düşünülüp kotarılacak.
Son Cumhurbaşkanlığı seçimini gerçekleştirdiğimiz 2015 yılında dış yardımların gerçekleşme oranı RDÖ dâhil yüzde 50’lere düşmüştü. Son Genel Seçim ve Yerel Seçimlerin yaşandığı 2018 yılında ise bu oran yüzde 22 seviyesine inmişti.
Bizim bütçe uygulamalarımız nedeniyle 2-3 yılda bitecek projelerin toplam tutarı her yıl bütçede yer aldığından yolunda ilerleyen işler de bütçe yılı içerisinde tamamlanmıyor ve ödeneklerin gerçekleşme oranı düşük görünebiliyor.
Tüm bu bizden kaynaklanan sıkıntılara rağmen sistem değişikliği öncesindeki 2010-2017 döneminde yüzde 72’leri bulan gerçekleşme oranlarını hafife almamak gerekiyor.
Kaldı ki RDÖ nedeniyle gerçekleşme oranında yaşanan düşüş olması gereken bir şeydir.
Sürdürülebilir maliye ve sürdürülebilir ekonomiye geçişe hizmet etmeyecekse dış yardımlar ilaç değil zehir olur.
Nitekim 2020’deki fahiş bütçe açığına katkı nedeniyle ötelenecek kararların faturası 2021 ve sonrasındaki yıllarda çok feci bir tablo olarak karşımıza çıkacaktır.
ARMA modeli için “AB yardım modeline benziyor” deniliyor ancak Türkiye’nin kendi AB yardımlarından yararlanabilme oranı da yüzde 50-55’leri geçmiyor.
Kıbrıs Türk ekonomisinin bilhassa pandemi dönemindeki güncel sorunlarını göz ardı ederek eski reel sektör projelerinin tekrardan pişirilip önümüze sürülmesi müthiş bir hayal kırıklığına sebep oldu.
“Türkiye daha fazla müdahil olacak ve ulaşımdaki sorunlarınızı çözecek, turizminizi patlatacak” denilmesi de Kıbrıs Türk halkının özgüvenini artırmıyor.
Değişim yanlısı kesim açısından gelinen aşama sıkıntılı…
Türkiye’nin iyi bir çözüm ortağı olabileceğine dair iddiaların tutulur bir tarafı kalmadı.
Türkiye’nin el üstünde tuttuğu kesimin de zaten Türkiye’ye bakışı ortada.
Son 10 yıllık dönemde bilimsellik hilafına siyasi mülahazalarla ilişkilere yön vermeye çalışan ekiplerin açtığı yaralara bir yenisi daha eklendi 2020 anlaşmasıyla.
Son 10 yılda oluşan tüm siyasal birikimlerimizin allak bullak edildiği bu aşamadan sonra Sayın Fuat Oktay’ın ifade ettiği “gönül birliği” nasıl ve hangi vasıflara sahip kesimlerle sağlanabilecek, merak ediyorum doğrusu.
Yorum Yazın