TC Lefkoşa Büyükelçisi Ali Murat Başçeri ise Kıbrıs adasının batısındaki deniz alanlarında Türkiye’nin uluslararası hukuktan meşru ve egemen haklarını koruyacaklarını, Kıbrıs Türklerinin hidrokarbon üzerindeki eşit ve asli haklarını korumak için de her türlü desteği vermeye devam edeceklerini vurguladı.
Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’nde (UKÜ) “Doğu Akdeniz’de Enerji Politikaları Paneli” düzenlendi.
Çevik Uraz Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen panelin açılış konuşmalarını; Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçisi Ali Murat Başçeri, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay ve UKÜ Rektörü Prof. Dr. Halil Nadiri yaptı.
Açılış konuşmalarının ardından UKÜ Hukuk Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Necdet Basa’nın yönettiği akademik bölümde; ODTÜ KKK Mühendislik Fakültesi öğretim üyesi Salih Saner, UKÜ Mühendislik Fakültesi Petrol ve Doğalgaz Mühendisliği öğretim görevlisi Necdet Pamir ve Cumhurbaşkanlığı eski müsteşarı Ergün Olgun konuşma yaptı.
BAŞÇERİ
Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçisi Ali Murat Başçeri, Doğu Akdeniz’de uluslararası ilişkiler nizamının tesis edilmekte olduğu bir dönemden geçildiğini enerji politikalarının da yeniden şekillendiğini söyledi.
Başçeri, Çevik Uraz Merkezi’ne adını veren merhum Prof. Dr. Çevik Uraz ile öğrencilik yıllarında tanıştıklarını, onun yanında çok şey öğrendiğini, daha sonra Uraz’ın rektör olduğu dönemde, kendisinin de elçilikte görev yaptığını belirtti.
Uraz’ın kendisine “bir gün buradaki üniversitelerde konuşma yapacaksın” dediğini anımsatan Başçeri, “Hocam rahat uyu, yine haklı çıktın buradayım senin adına tanzim edilmiş bir salonda konuşma yapıyorum. Ruhun şad olsun” dedi.
Dünyanın birçok köşesinde halkların çeşitli sorunlarla mücadele ettiğini dile getiren Başçeri, Türkiye’nin bu olaylardan birçoğunun merkezinden yer almasına karşın bir istikrar kalesi olmayı başardığını belirtti.
Türkiye’nin en büyük gücünün zengin insan kaynağı olduğuna işaret eden Başçeri, “Dünyanın 17’nci, Avrupa’nın beşinci en büyük ekonomisine sahibiz” diye konuştu.
Türkiye’de bir eksen kayması yaşanmadığını, Türkiye’nin dünyaya iki boyutlu değil, çok boyutlu bir perspektiften baktığını söyleyen Başçeri, dünya çapında 240 diplomatik temsilcikleri bulunduğunu anlattı.
Farklı bölgelere yönelik açılım politikaları oluştururken, tek taraflı kazanç hedeflemediklerini kaydeden Başçeri, amaçlarının herkesin kazanması, küresel refahın artması, istikrarın güçlenmesi olduğunu söyledi. Başçeri, Türkiye’nin huzur ve güvenliğinin dünyanın huzur ve güvenliğinden ayrı tutulamayacağı bilinciyle hareket ettiklerini belirtti.
Gelişimcilik ve insan odaklı bakışın dış politikanın merkezindeki iki ana yaklaşımı oluşturduğunu söyleyen Başçeri, temel ilkenin ise Ulu Önder Atatürk’ün çizdiği “yurtta barış, dünyada barış” çizgisi olduğunu ifade etti.
“DOĞU AKDENİZ’DE HEDEF BARIŞ İSTİKRAR VE REFAH”
Başçeri, Doğu Akdeniz’de hedefin barış istikrar ve refah olduğunu söyleyerek, bu hedefe ulaşmanın mümkün ama zor olduğunu kaydetti.
Suriye, İsrail, Filistin, Lübnan ve Ürdün’ün durumunu değerlendiren Başçeri, uluslararası toplumun önde gelen devletlerinin de bölgede aktör olma çabasında olduğunu belirtti.
Başçeri, son dönemde Doğu Akdeniz’in krizlerle anıldığını, bölgede karmaşık ve birbirine geçmiş konuların var olduğunu söyledi.
Başçeri, Kıbrıs konusu ve Doğu Akdeniz’de ilgili bütün kıyıdaşlar arasında deniz sınırlarının hakkaniyete dayalı olarak henüz belirlenmemiş olmasının temel sorunu teşkil ettiğini kaydetti.
Doğu Akdeniz’de en uzun kıtasal kıyı şeridine sahip ülke olan Türkiye’nin doğal kaynaklardan istifade etmesi ve meşru menfaatlerin korunmasının, temel dış politika önceliklerinden olduğunu söyleyen Başçeri, “Kıbrıs konusu yokmuş ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi normal bir devletmiş gibi atılmak istenen bazı adımlar ile ülkemizi, KKTC’yi ve Kıbrıs Türklerini dışlamaya çalışan uluslararası hukuka ve iyi komşuluk ilişkilerine aykırı girişimlerin hayata geçirilmesi mümkün değil” dedi.
“MEŞRU VE EGEMEN HAKLARIMIZI KORUYACAĞIZ”
Kıbrıs adasının batısındaki deniz alanlarında Türkiye’nin uluslararasu hukuktan meşru ve egemen haklarını koruyacaklarını kaydeden Başçeri, Kıbrıs Türklerinin hidrokarbon üzerindeki eşit ve asli haklarını korumak için her türlü desteği vermeye devam edeceklerini vurguladı.
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) son dönemde edindiği imkanlarla Barbaros Hayrettin Paşa Sismik Araştırma Gemisi ve Fatih Sondaj Gemisi’nin faaliyetlerini sürdüreceğini söyleyen Başçeri, hem KKTC tarafından TPAO’ya verilen ruhsat alanlarında, hem de Türkiye’nin kıta sahanlığında planlı ve düzenli bir şekilde çalışmalarını devam ettireceklerini ifade etti.
Başçeri adanın batısındaki durumu da şöyle açıkladı:
“Türkiye uluslararası hukuk çerçevesinde Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığının dış sınırlarını BM nezdinde kayda geçirmiştir. Türkiye Petrolleri’ne ruhsat verilen bu alanlarda da devlet uygulamalarını sürdürmektedir. Barbaros Hayrettin Paşa Sismik Araştırma Gemisi o bölgelerde sismik araştırmayı devam ettiriyor. Kıta sahanlığımız üzerindeki egemen haklarımızı tam olarak kullanmaya devam edeceğiz. Bu bağlamda kıta sahanlığımızda doğal kaynak arama ve bilimsel araştırma amacıyla yapılacak her türlü faaliyet uluslararası hukuka uygun usüller ve düzenlemelere göre Türkiye’nin izinine tabii olarak yürütülmektedir ve bundan sonra da öyle yürütülecektir. Hiçbir yabancı ülke, şirket veya gemi kıta sahanlığımızda ve üstündeki deniz alanlarında izinsiz olarak hidrokarbon kaynakları ve bilimsel araştırma faaliyeti yürütemezler. Bu husus tartışmasız bir gerçektir”
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın maksimalist ve gerçek dışı bazı iddiaları bulunduğunu dile getiren Başçeri, uluslararası deniz hukukuna ve teamül hukukuna aykırı şekilde 12 kilometre karelik bir ada olan Meis için adanın üç katı büyüklüğünde, yaklaşık 40 bin kilometre karelik deniz yetki alanı üzerinde hak iddiasında bulunmanın Yunanistan bakımından izah edilebilir bir yanı bulunmadığını belirtti.
Başçeri, bu iddialar ve taleplerin “hukuken batıl ve adeta gülünç olduğunu” ve Türkiye tarafından reddedildiğini söyledi.
“KIBRIS KONUSU YOKMUŞ GİBİ HAREKET EDEREK TASARRUFLARDA BULUNULMASI YENİ SORUNLARI TETİKLEYECEK”
Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin normal bir devlet olmadığının bilincine varılması gerektiğini vurgulayan Başçeri, Kıbrıs konusu yokmuş ve her şey normalmiş gibi hareket ederek tasarruflarda bulunulmasının yeni sorunları da tetikleyeceğini ifade etti.
Rumların, Yunanlıların ve birtakım üçüncü tarafların bunu iyi kavraması gerektiğine işaret eden Başçeri, “Üçüncü tarafların üçlü işbirliği formatlarında bir araya gelerek uluslararası hukuku ve bölgenin gerçeklerini dikkate almadan iyi komşuluk ilişkilerine aykırı bir şekilde bir maceraya girişmelerine Türkiye’nin tepkisiz kalması beklenemez” dedi.
Türkiye’nin olmadığı bir oyunun bozulacağını söyleyen Başçeri, “Sayın Cumhurbaşkanımızın da söylediği gibi “Bölgede Türkiye’nin yer almadığı her türlü girişim başarısızlığa mahkumdur” dedi.
Başçeri, Türkiye’nin hem kendi hem de Kıbrıs Türklerinin hak ve çıkarlarını korumak için her türlü adımı atmaya devam edeceğinin altını çizdi.
Başçeri, Akdeniz havzasının refah ve istikrara kavuşması ve çözüm bekleyen sorunların giderilmesi için katkı sunmaya devam edeceklerini ifade etti.
ÖZERSAY
Başbakan Yardımcısı Dışişleri Bakanı Kudret Özersay ise konuşmasında, deniz hukukuyla, deniz yetki alanlarını sınırlandırılmasıyla, uluslararası hukukta bu alandaki kuralların ne olduğuyla, KKTC’nin ve TC’nin haklarıyla ilgili bir sunum yerine daha siyasi ve sorgulamaya yönelik bir konuşma yapacağını belirtti ve akademik tartışmada bunların da ele irdelenmesi gerektiği düşüncesinde olduğunu söyledi.
Kıbrıs Rum tarafının ta en baştan itibaren Kıbrıslı Türklere dair ortaya koyduğu, “Kıbrıslı Türklere de ait olan bu kaynakların paylaşılması ya da Kıbrıslı Türklerin bu kaynaklardan yararlanması ancak çözümden sonra mümkündür” tezine işaret eden Özersay, çözüm şartına bağlamaya dayanan bu yaklaşımın incelenmesi gerektiğini belirtti.
Özersay, bir diğer hususun ise mahsuplaşma, bunun nasıl ve ne zaman yapılacağı konusu olduğunu kaydetti.
Kıbrıs Rum tarafının ve çoğu zaman destek buldukları uluslararası aktörlerin, “Kıbrıslı Türklerin bu kaynaklardan yararlanabilmesi için çözüm bir ön şarttır” ya da “çözüm çerçevesinde Kıbrıslı Türklere de aittir” veya “çözümden sonra Kıbrıslı Türkler paylarını alacaklardır” ya da “çözüm olursa paylarını alabileceklerdir” tezini ele alan Özersay, Kıbrıs Rum tarafının bu tezi şekillendirirken iki unsurla desteklemeye çalıştığını belirtti.
Bunlardan ilkinin aslında bu kaynakların Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ait olduğu, “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne döndüğünüz ya da yeni bir ortaklık kurulduğu takdirde ancak o zaman kullanabilirsiniz” iddiası olduğunu dile getiren Özersay, bir diğerinin de “Zaten biz bu kaynakları maddi bir şeye dönüştürdüğümüzde bir fon kurulacak, bu fonda bu kaynak birikecek, biz yasasını da yapıyoruz, günü geldiğinde, ki o da çözüm olursa ya da olduğundadır, Kıbrıslı Türkler kendilerine düşen payı bu fondan alacaktır” iddiası olduğunu belirtti.
“DOĞAL KAYNAKLAR ÜZERİNDE ULUSLARIN EGEMENLİĞİ VARDIR DEVLETLERİN DEĞİL”
Özersay bu noktada, “Doğal kaynaklar üzerinde ulusların daimi egemenliği ve hakları vardır devletlerin değil aslında” vurgusu yaparak “O devletler o ulusları temsil ettiği oranda o haklara sahiptir” dedi.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin normal bir devlet pozisyonunda olmadığını anımsatan Özersay, her iki toplumu da temsil etmediğini herkesin bildiği bir kamusal yapılanmanın bu kaynakların sahibi olmasının mümkün olmadığını vurguladı.
O nedenle ABD, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerin her açıklamasında kaynakların her iki topluma da ait olduğunun vurgulamasının çok önemli olduğunu kaydeden Özersay, “Çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti’nin her iki toplumu temsil etmediğini herkes bilmektedir” dedi.
Özersay bu nedenle Kıbrıslı Rumların yaklaşımının doğru olmadığını kaydetti.
Geçmişte işbirliği için büyük çabaları olduğunu, kendisinin müzakereci olarak görev yaptığı dönemi de örnek vererek anlatan Özersay, “Kıbrıs Rum tarafı, bu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemen haklarıyla ilgilidir, ben bunu sizinle konuşmam diye bir tavır ortaya koyarak, aslında her iki halka da ait olan bir şeyi, bir tarafın işgali altında bulunan bir devlete endeksleyerek, bizden uzak tutmaya gayret göstermektedir” dedi.
Özersay, “Kurulacak olan bir fonda bu kaynak yer alır, günü geldiğinde Kıbrıslı Türkler de bu fondan payını alır” yaklaşımının da en basit şekilde “Biz bu filmi daha önce gördük teşekkür ederiz” şeklinde bir yanıta layık olduğunu belirtti.
Kıbrıs Rum tarafının 1990’ların başında yürürlüğe koyduğu Vasilik Yasası ile 1963’ten itibaren Kıbrıslı Türklerin Güneyde yitirdikleri taşınmaz mallarla ilgili “Geçen süre zarfında yitirdiğiniz taşınmaz mallarla ilgili tazminat hakkınız vardır, kullanım kaybı hakkınız vardır ama bunu ancak çözüm durumunda ancak çözümden sonra alabilirsiniz. Ve bu süre zarfında ben sizin haklarınızı bir fonda biriktireceğim. Para ile saklı tutacağım” dediğini anımsatan Özersay, geçen süre zarfında bunun tamamen farazi ve içi boş bir yaklaşım olduğunun görüldüğünü kaydetti.
O fonda birikim olmadığı gibi, konuyu kapsamlı çözüme endeksleyerek Kıbrıslı Türklerin kendi mülklerine ilişkin tazminat haklarını reddeden bir tutumla karşı karşıya kalındığını kaydeden Özersay, mülkiyet konusundaki bu yaklaşımın doğal kaynaklar konusunda da devam ettiğini dile getirdi.
Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye’nin de geçmişte taşınmaz mallarla ilgili çözümden sonra tazminat, iade, takas yoluna gidilebileceği tezini savunduğunu dile getiren Özersay, ama Taşınmaz Mal Komisyonu’nun kurulmasıyla, Kıbrıslı Rumlara çözümden önce bu tazminatların ödenmesini mümkün kıldığını söyledi.
Öte yandan bu konuda adaletsiz bir durum oluştuğunu dile getiren Özersay, Kıbrıslı Rumlar Kuzey’de bıraktığı taşınmaz mallarla ilgili tazminat ya da iade alabilirken, Kıbrıslı Türkler’in Güney’de bıraktığı mallarla ilgili tazminat ya da iadeleri ancak çözümden sonra alabileceğini dile getirdi.
Özersay, bunun sürdürülebilir olmadığının muhtemelen İnsan Hakları Mahkemesi önündeki süreçlerde Kıbrıs Rum tarafının zorlanmasıyla ortaya çıkacağını söyledi.
“ÇÖZÜM ÖN ŞARTI, TEK BAŞINA KARAR VERMEK İSTEMESİYLE DE İLGİLİ”
Kıbrıs Rum tarafının çözüm ön şartına bağlama yaklaşımının aslında tek başına karar vermek istemesiyle de ilgili olduğunu dile getiren Özersay, bu kaynakların ne oranda paylaştırılacağının sadece Kıbrıslı Rumların tek başına karar vereceği bir durum olmadığını vurguladı.
Özersay, buradaki kritik sorunun, iki halka ait bir kaynağın hangi oranda paylaştırılacağına, nasıl tek taraflı olarak karar verilebileceği olduğunu kaydetti.
Çözüm ön şartına dayalı yaklaşımın “Eğer çözüm şartına bağlarsam, ben çözüme yaklaşmadığım müddetçe Kıbrıslı Türkler bu kaynaklardan yararlanamaz” demek olduğunu dile getiren Özersay, bunun hakimiyetçi ve paylaşmaya kapalı bir yaklaşım olduğunu vurguladı.
“YÖNETİM VE ZENGİNLİĞİ PAYLAŞMAYA HAZIR OLMAMA HALİ”
Özersay, Annan Planı Referandumu’nda gözlemlenen yönetim ve zenginliği paylaşmaya hazır olmama halinin doğalgaz konusunda da görüldüğünü dile getirerek, bunun bir ortaklığa hazır olmama halinin en önemli göstergelerinden olduğunu belirtti.
Özersay, günün sonunda örneğin 10’uncu parselde beklenenden çok daha fazla kaynak bulunursa ve Kıbrıs Rum liderliği kendi haline bırakılırsa bunun çözümden uzaklaşma ihtimalini yükselteceğine işaret etti.
Aslında sürecin bir süre önce kopartılmış olmasının tam da “bakalım ne kadar kaynak var, çoksa çözümsüzlüğe devam eder bu kaynaklara konarım” yaklaşımıyla doğrudan bağlantılı olduğunu anlatan Özersay, bu bağlamda Kıbrıs Rum tarafının bu kaynaklarla ilgili kendi başına bırakılmaması gerektiğini vurguladı.
Ya uluslararası şirketlerin ya da Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye’nin, Rum tarafını bu konuda kendi başına bırakmaması gerektiğini ve bırakmayacağını anlatan Özersay, “İdeal olan bu ikisinin toplamıdır. Somut sonuç ancak bu şekilde elde edilebilir” dedi.
Doğu Akdeniz bölgesinde istikrar arayan herkesin Kıbrıs Rum tarafını mahsuplaşmaya zorlaması gerektiğini anlatan Özersay, “Tüm yaşananlar ve 50 yıllık müzakere sürecine bakarak mahsuplaşma bir çözümden önce olmalı, bu yönde Kıbrıs Rum tarafı zorlanmalıdır” dedi.
“KAYNAKLARIN KULLANILMASI YA DA SATILMASI KIBRISLI TÜRKLERLE UZLAŞMA ŞARTINA BAĞLANMALI”
Kıbrıs Rum tarafının 2004’te Kıbrıs Türk tarafının rızası alınmadan ve çözüm şartı konmadan AB’ye alındığını dile getiren Özersay, bu örneğe bakarak, kaynakların kullanılması ya da satılmasının Kıbrıslı Türklerle uzlaşma şartına bağlanması gerektiğini dile getirdi.
Tarafların birbirini tanımadığını ancak bunun mahsuplaşma için engel olmadığını kaydeden Özersay, lisans verilen şirketler üzerinden bu diyaloğun ve mahsuplaşmanın sağlanmasının mümkün olduğunu belirtti.
Bunun olumlu ve önemli sonuçları yaratacağı kanaatinde olduğunu söyleyen Özersay, bu yapılamıyorsa iki tarafın hisselere sahip olacağı ortak bir şirketin kurulmasıyla da bu mahsuplaşmanın yapılabileceğini söyledi.
2004 öncesi yanlış politikalarla AB’ye girişin çözümün değil çözümsüzlüğün katalizörü olduğunu dile getiren Özersay, şimdi de doğalgazın yeni bir çözümsüzlük katalizörü olarak ilerlediğini belirtti.
Çıkış yolunun tarafların bu kaynaklar konusunda masaya oturmalarını sağlamaktan geçtiğini dile getiren Özersay, mahsuplaşma görüşmesinin hem üçüncü tarafların ortaya koyacağı tutum hem de KKTC ve TC’nin tutum ve tavrıyla mümkün olacağını kaydetti.
Özersay, 3’üncü taraflar yanaşmazsa bile KKTC’nin Türkiye ile birlikte, doğalgaz konusunun yeni bir olumsuz katalizöre dönüşmesine izin vermeyeceğini vurgulayarak konuşmasını bitirdi.
NADİRİ
UKÜ Rektörü Prof. Dr. Halil Nadiri ise yaptığı açılış konuşmasında, içinde bulunulan coğrafyanın enerji kaynaklarının hakimiyeti konusunda birçok ülkenin aksiyon almaya çalıştığı bir bölge olduğunu kaydetti.
Son dönemde münhasır ekonomik bölgelerde yapılan aramalarla birlikte Doğu Akdeniz’deki enerji politikalarının önemli bir konu haline geldiğini dile getiren Nadiri, bugünkü etkinlikle konunun en üst düzeyde konuşulacağını belirtti.
Nadiri, konunun en sıcak olduğu dönemde böyle bir panel düzenlenmesinin önemine değindi.
Yorum Yazın