Dünya siyasi haritasının çizilmesinde ve uluslararası sistemin yeniden şekillenmesinde oldukça etkili bir yere sahip olduğu son gelişen olaylara birlikte bir kez daha teyit edilen Akdeniz havzası ve onun kalpgâhı durumundaki Doğu Akdeniz, jeopolitik-jeostratejik önemiyle tarihi rolünü oynuyor. Küresel-bölgesel güç ve güç adaylarının projelerinin kesiştiği yeni bir “hesaplaşma” adresi olarak ön plana çıkan bölge, “beka” tayin edici rolünden ötürü her geçen gün daha da keskinleşen bir güç mücadelesine sahne oluyor. Bu bağlamda ABD’nin küresel hegemonya hedefinin önemli bir parçası olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) tarihsel kodlarına hızlı bir dönüş içerisinde bulunan Çin’in Batı’ya Doğru Politikası’nda önemli bir enstrüman olan Kuşak ve Yol Girişimi’nin, Çarlık Rusyası/SSCB özlemi içinde olan ve bunu Güney’e Doğru Politikası ile hayata geçirmeye çalışan Rusya’nın, Batı’ya ve Doğu’ya Doğru Politikaları ile “4. Reich’ın” hayalini kuran Almanya’nın Büyük Alman İmparatorluğu’nun geleceği büyük ölçüde bu krize kilitlenmiş vaziyette. Dolayısıyla Doğu Akdeniz, çok kutuplu dünya düzeninin inşa sürecinde fazlasıyla kırılgan kavşaklardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Bölgeye taraflarca atfedilen bu jeopolitik-stratejik önem, bölgedeki doğalgaz rezervleri (ya da enerji güvenliği) ve su yollarının kontrolü üzerindeki mücadeleden çok daha öte bir anlam içeriyor. Dolayısıyla Akdeniz havzasına kimin sahip olacağı sorusu düne göre çok daha büyük bir önem kazanmış durumda. Nitekim Doğu Akdeniz’in, Avrasya’nın batı kanadından doğu kanadına yönelmesi hedeflenen “büyük oyunun” geleceği açısından ön plana çıkan önemi, bölgedeki jeopolitik fay hatlarını harekete geçirmiş bulunuyor. 11 Eylül sonrası yaşanan diğer krizlere göre Doğu Akdeniz’deki gerginliğin daha hızlı bir seyir izlediği, adeta tarihi hızlandırıcı bir rol oynaması da bundan kaynaklanıyor. Bundan ötürü Doğu Akdeniz, kriz içinde krizlere gebe bir görünüm arz ediyor. Burada, hiç kuşkusuz, ABD’nin liderliğinin tartışılır bir hale gelmesi epey önemli. Zira şu ana kadarki gelişmeler ABD’nin çok da arzuladığı bir sürece işaret etmiyor.
Daha da ötesi, uygulamaya koyduğu “kaos düzeni” kontrolden çıkmaya başlamış durumda. Tüm dünyayı derinden etkileyecek, stratejik çıkarların çatışmaya evrileceği bir düğüm noktasına dönüşmüş bulunuyor. Bunun için, kırılganlaşan stratejik fay hatlarını tetikleyecek küçük bir kıvılcım fazlasıyla yeterli olacaktır. Dolayısıyla bölgedeki hakimiyet ya da yeniden paylaşım mücadelesi askeri-diplomatik anlamda oldukça gergin, sıkıntılı bir seyir izliyor. Buradaki temel soru ya da sorun da tam bu noktada ortaya çıkıyor. Doğu Akdeniz, gerçekten hedeflendiği gibi ABD merkezli Batı’nın kontrolünde mi olacak ya da derin sularında ABD hegemonyasına ev sahipliği mi yapacak?
Krizin aktörleri Doğu Akdeniz üzerinden neleri hedefliyor?
Türkiye bu krizin neresinde? Türkiye açısından bu kriz ne anlama geliyor? Türkiye-Yunanistan arasındaki gerginlik aslında kimin krizi ya da bu kriz üzerinden kimler, nasıl bir hesap içerisinde? Türkiye’nin Akdeniz’de bir güç olması neden engellenmeye çalışılıyor? Krizin adını doğru koymak Türkiye-Yunanistan özelinde dar bir alana sıkıştırılmaya çalışılan, fakat özü itibarıyla çok daha geniş bir coğrafyayı ve aktörler topluluğunu içine alan Doğu Akdeniz krizi, ikili-bölgesel bir krizden ziyade, uluslararası bir bunalıma dönüşmeye başlamış durumda. Dolayısıyla krizin tarafları sadece Türkiye ve Yunanistan değil. İki ülke krizde buz dağının sadece görünen yüzü. Nitekim bu krizin Irak, Suriye, Libya vb. krizlerden çok daha farklı olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Öncelikle kriz, örgütler arasında değil ya da örgütler üzerinden yürütülmüyor. Dolayısıyla vekaleten savaşlarda/hesaplaşmalarda “araç/aktör-yöntem” değişikliği söz konusu. Daha da ötesi, ulus devletler arasında gibi görülen kriz, bu niteliğini de kaybediyor ve bir ileri aşamaya taşınıyor. Türkiye-Yunanistan arasında seyreden krizin Fransa’nın müdahaleleriyle Türkiye-Avrupa Birliği (AB), Türkiye-NATO ve nihayetinde Türkiye-ABD krizine dönüştürülme çabaları burada dikkat çekici. Krizin her geçen gün Yunanistan-Fransa ikilisi üzerinden bir Türk-Batı krizi görüntüsü arz etmesi, bu açıdan oldukça manidar.
Bu da bize Yunanistan’ın krizdeki rolünün ve motivasyonunun kaynağını göstermesi açısından önemli. Bu krizdeki bir diğer dikkat çekici husus ise, Batı’nın bir diğer “Batılı” üyeyi hedef almaya başlaması.
Son olarak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ve Joe Biden’ın açıklamalarıyla İsrail basınında çıkan birtakım analizleri alt alta koyduğunuzda Türkiye’deki iradenin “başarısız devlet” söylemleri bağlamında hedef alındığı çok net bir şekilde görülüyor. Burada aktörlerin Türkiye’ye yönelik muğlak tutumlarının daha belirgin bir hal almaya başlaması, en azından Ankara boyutuyla önemli bir yere sahip, özellikle de “Yeni Soğuk Savaş’ın” arifesinde. Dolayısıyla Doğu Akdeniz krizi bir anlamda Batı’nın geleceğini etkileyen bir “Batı krizi” olarak da nitelendirilebilir. Akdeniz, ABD’nin Çin’e karşı yürüttüğü çevreleme ve etkisizleştirme politikasında denizlerde yürüttüğü hakimiyet mücadelesinin batı kanadını oluşturuyor. Doğu kanadını oluşturan “Güney Çin Denizi-Malakka Boğazı” ve merkezde yer alan “Malakka Boğazı-Süveyş Kanalı’nda” yürütülen güç mücadelesinin geleceği büyük ölçüde Akdeniz’den geçiyor. Akdeniz, sahip olduğu havzanın genişliği, derinliği ve etki boyutuyla söz konusu tüm projelerin (özellikle de Kuşak ve Yol Girişimi’nin) hayata geçirilmesinde üç kıtanın deniz-kara bağlantılarını sağlayan eşsiz bir konuma sahip.
Kuşak ve Yol’un belkemiği konumunda olan “Orta Koridor’un” geleceği de bu havzaya bağlı. Dolayısıyla Doğu Akdeniz krizi, bir “kaynak paylaşım mücadelesi/savaşı” olarak ön plana çıksa da aslında “Kuşak ve Yol Girişimi” ve Rusya’nın Suriye üzerinden Libya’yı da içine alacak şekilde “Güneye Doğru” politikasında Akdeniz’e inmesiyle daha bir önem kazanan “su yollarının kontrolü/hakimiyeti” mücadelesinde ABD ve AB’nin bir ön alma mücadelesi, hatta operasyonu olarak da karşımıza çıkıyor. Bu operasyonda Türkiye ve Yunanistan’ın birer “müttefik” ülke olması, sorunu adeta “Batı’nın kendi iç krizi” gibi göstermesine ve diğer aktörlerin sürecin dışında tutulmasına gerekçe olarak gösteriliyor. Burada AB’den ziyade NATO’nun bu söylem üzerinden hareket etmesi bu yönüyle de dikkat çekici. Doğu Akdeniz krizinde tarafların hedefleri Peki, Batı bu krizde istediği sonucu ede edebilir mi? Açıkçası çok mümkün değil.
Zira karşımızda yekpare bir Batı yok. “Yeni Dünya Düzeni” inşa sürecinde İkinci Dünya Savaşı öncesi çok kutuplu yapıda olduğu gibi Batı çok parçalı bir yapıya sahip ve her geçen gün kendi içinde bölünüyor. Bu bölünmeyi genel anlamda Arap Baharı sonrası Akdeniz merkezli krizlerde de görebiliyoruz. Bunun dışında diğer rakip güçlerin tutumları da artık belirleyici bir yere sahip. Dolayısıyla ABD’nin Soğuk Savaş sonrası ilk 10 yıllık dönemdeki politik-askeri üstünlüğü ve manevra kabiliyeti rahatlığı, lüksü artık söz konusu değil. Söz konusu aktörlerin Doğu Akdeniz üzerinden yürüttüğü jeopolitik-jeostratejik hedeflere bakıldığında bu husus daha net bir şekilde görülüyor. Doğu Akdeniz’de, Türkiye-Yunanistan özelinde yaşanan krizde ABD’nin güttüğü hedefler şu şekilde sıralanabilir:
Kendi içinde bölünme ve güç mücadelesi yaşayan Batı’yı ortak bir “öteki” üzerinden yeniden yekpare bir yapıya kavuşturmak; böylece Batı üzerindeki liderliğini pekiştirirken, Türkiye’yi de “eski eksenine” çekmek, Batı Kulübü’nün “uysal çocuğuna” dönüştürmek. Kendi içinde bütünlüğünü sağlamış, liderliğini pekiştirmiş ve Türkiye’yi tekrar kazanmış bir güç olarak Rusya’yı Akdeniz’den çıkarmak, Baltıklar-Karadeniz-Kafkasya-Orta Asya hattında kuşatmak ve Çin’den kopmaya mecbur bırakmak. Çin’in “Kuşak ve Yol” projesindeki en kritik bölgede güç projeksiyonu yapabilme kapasitesini kuvvetlendirmek. Doğu Akdeniz krizinde Almanya’nın hedefleri şu şekilde sıralanabilir: AB’nin geleceği ve kendi pozisyonu konusundaki tartışmalara büyük ölçüde son vermek. Birliği siyasi ve güvenlik noktalarında güçlü bir aktör haline dönüştürmek; NATO’yu ve ABD’nin liderliğini bu tür krizler üzerinden zayıflatmak suretiyle ABD’ye olan bağımlılığını azaltmak, bağımsız bir aktöre dönüşmek; Türkiye’yi kazanmak.
Fransa’nın hedefleri ise siyasi ve askeri açıdan rüştünü ispatlamak; Batı’nın lejyoner gücü olarak ABD-İsrail’in kendisine BOP’ta biçtiği rolü oynamak; bu noktada “AB Ordusu” projesini hayata geçirme konusunda ABD’yi ikna etmek; Türkiye’yi NATO’nun sorunlu üyesi konumuna sokmak ve Akdeniz havzasında sömürge gücü olarak “Büyük Fransa”yı yeniden inşa etmek olarak kendini gösteriyor. Krizde Rusya’nın hedefleri ise şu şekilde karşımıza çıkıyor: Suriye’deki kazanımlarını korumak; Akdeniz’deki varlığını güçlendirmek ve böylece güneye doğru politikasında yakalamış olduğu avantajı muhafaza etmek; Balkanlar-Karadeniz-Kafkasya hattındaki pozisyonunu kuvvetlendirmek; Türkiye-Yunanistan krizi üzerinden her iki tarafı ama özellikle de Türkiye’yi kendisine bağımlı kılmak; Türkiye’nin Batı ittifakından uzaklaşmasını teşvik etmek; kriz üzerinden başta NATO olmak üzere, Batı ittifakına darbe vurmak. Türkiye niçin hedef? Krizde tüm aktörlerin tek bir ortak hedefi var ise, o da yukarıda görüldüğü üzere Türkiye’dir. Türkiye’nin küresel güç mücadelesinin seyrini, çerçevesini belirleyici rolü, onu tüm aktörler tarafından paylaşılamayan, kontrol edilmesi gereken bir ülke konumuna sokuyor. Bu çerçevede söz konusu aktörlerin Türkiye’ye yönelik tutumları şu şekilde sıralanabilir:
Enerjide dışa bağımlılığının devam ettirilmesi ve enerji piyasasında bir oyuncu olmasının engellenmesi; Türkiye’yi güneyden kuşatmak ve Orta Doğu-Afrika’ya ulaşımını engellemek; Kuşak ve Yol Projesi’nde elini zayıflatmak; su yolları güzergahını ve enerji güvenliğini sabote etmek; Kıbrıs, Akdeniz/Ege adaları üzerindeki varlığını-tezlerini bitirmek; Akdeniz’de güç statüsünü yakalayan Türkiye’nin deniz aşırı bir güç, dolayısıyla da küresel bir aktör olmasının önüne geçmek. Özellikle son madde çok önemli. Zira Osmanlı’nın büyük güç statüsünü bitiren hadise, aslında doğrudan doğruya denizlerdeki güç vasfını yitirmesiyle ilgili. Kıbrıs ve Akdeniz’deki hakimiyet mücadelesi bağlamında İnebahtı deniz muharebesinde (1571) donanmasını kaybeden Osmanlı, bu tarihten itibaren kurtlar sofrasına dönüşmüştür. Sakal ne yazık ki daha gür çıkmamış ve İnebahtı yenilgisiyle sadece Akdeniz’deki hakimiyetin sona ermediği anlaşılmıştır.
Akdeniz’in kaybının maliyeti “Cihan Devleti” olmuştur. Günümüzde de dönemin Venedik’i rolünü üstlenen Yunanistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz’de bir güç olmasının ve küresel yükselişinin önüne geçilmek istenilmekte. “Mavi Vatan” ve bu bağlamda Akdeniz, yeniden dirilişin adeta merkez adresi. Dayatılmaya çalışılan rollere karşı Ankara tarafından yüksek sesle dillendirilmeye başlanan “Merkez Ülke” çıkışının temeli de burası. “Dengesizliğin Dengeleyici Gücü” rolüne talip Ankara’nın bu çıkışı ve ortaya koyduğu kararlılık, onu “riskli ortak/müttefik” konumuna taşımış durumda.
Doğu Akdeniz’deki krizin asıl nedeni budur. Türkiye neler yapabilir? Cebelitarık’tan Malakka Boğazı’na kadar uzanan hatta yaşanan güç mücadelesinin geleceğini büyük ölçüde belirleyecek olan bu krizin sıklet merkezinin bir kez daha Türkiye ve onun çizdiği “Mavi Vatan” olması bu açıdan tesadüf değil. Zira Türkiye ve onun denizlerdeki Misak-ı Millisi olan Mavi Vatan’ın sahip olduğu jeopolitik-stratejik konum, doğrudan doğruya Doğu Akdeniz’i ön plana çıkartan havza ile örtüşmekte. Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika olarak ön plana çıkan bölgede yaşanan tüm krizlerde (Rusya-Gürcistan, Rusya-Ukrayna ve Kırım, Azerbaycan-Ermenistan, Irak, Suriye, Libya vb. örneklerde görüldüğü üzere) Türkiye’nin “oyun bozucu-oyun kurucu rolü”, haliyle onu “paylaşılamayan” bir aktör konumuna taşımıştır. Bu husus, Türkiye açısından bir avantaj oluşturmakta olup, askeri ve diplomatik boyutta geniş bir manevra alanı sunmaktadır. Bu noktada Akdeniz eksenli yeni ittifak-işbirliği arayışları dikkatlerden kaçmamalı.
Türkiye öncelikle Batı’yla olan ilişkilerini son ana kadar diplomasi-askeri güç (caydırıcılık) bağlamında dengeli bir şekilde yürütmeli. Krizdeki Batı’ya karşı haklarını-çıkarlarını ön planda tutan etkin bir denge politikası kaçınılmaz. Batı’nın böylesi hassas bir konjonktürde Türkiye’yi kaybetme riskinin olmadığı bilinmeli. “Yeni Batı” oluşumunda Türkiye belirleyici bir yere sahip. İngiltere ve Almanya’nın Türkiye’ye karşı tutumları bu açıdan önemli. Dolayısıyla ABD-Almanya/AB, Almanya-Fransa arasındaki rekabeti daha da kızıştıracak bir politika ve yeni bir arayış içerisinde bulunan İngiltere ile geliştirilecek karşılıklı çıkarları gözeten, “kazan-kazan” prensibine dayalı işbirlikleri, Türkiye’nin manevra alanını daha da genişletecek ve üzerindeki baskıyı azaltacaktır. Türkiye, Batı ile daha dengeli ve sağlıklı bir zeminde yeni işbirliği temellerini atmada, Akdeniz’de Batı dışı diğer aktörlerle de ortak tatbikatlar süreci başlatabilir.
Yunanistan ile krizin seyri ve Batı’nın takınacağı tavır, hiç kuşkusuz bunda belirleyici olacaktır. Bu noktada Rusya-Çin-İran üçlüsünün Umman körfezi-Hint okyanusu arasındaki bölgede su yolları ve enerji güzergahları güvenliğinin temini kapsamında Aralık 2019’da icra ettikleri tatbikatın bir benzeri Doğu Akdeniz’de “Türkiye-Rusya”, “Türkiye-Rusya-Çin”, “Türkiye-Rusya-Çin-İran” bağlamında gündeme gelebilir ki, en azından Türkiye-Rusya arasında bunun tarihsel bir arka planı söz konusudur (arzu edenler Hünkâr İskelesi Antlaşması süreci ve Millî Mücadele dönemi Türk-Rus ilişkilerine bakabilirler). Kuşkusuz böylesi bir gelişme Batı’yı Türkiye konusunda kırmızı alarm durumuna geçirecektir. Ankara buna da hazırlıklı olmalı, kararlı tutumundan, çıkarlarından ve haklılığından taviz veren taraf konumuna düşmemelidir.
Bir diğer mevzu da muhatap sorunudur. Türkiye, krizdeki asıl muhataplarını görmeli, duruşunu ona göre ortaya koymalı, politikasını da buna göre geliştirmeli. Aksi takdirde kendisine karşı yürütülen vekaleten savaşın bir vekil aktörü konumuna düşebilir. Son bir husus da Ankara’nın Doğu Akdeniz’deki krizin sonuçlarının küresel boyutta olacağını, çifte standartların ve tek taraflı tutumların başta NATO olmak üzere Batı İttifakına ciddi zararlar vereceğini ve bu krizde Almanya/AB-İsrail’in izlediği politikaların özellikle ABD’ye nelere mal olabileceğini göstermesi düne göre çok daha büyük bir önem arz ediyor.
Zira Yunanistan üzerinden oynanan oyun aynı zamanda ABD ve NATO’yu da hedef almakta. Türkiye’yi kaybeden ABD’nin Almanya/AB karşısında eli zayıflayacağı gibi, başta Akdeniz olmak üzere beş deniz havzasında ve Avrasya’daki politikaları da ciddi zarar görecektir. Dolayısıyla Doğu Akdeniz krizi Türkiye’den daha fazla ABD’nin önünde bir kriz olarak durmaktadır; aynen Kıbrıs Barış Harekatı’na giden süreçte olduğu gibi…
Yorum Yazın