Tarihsel olarak bakıldığında sosyal sözleşme anlayışının ve uluslararası hukuka uyumun modern Avrupa değerlerinin oluşmasında ana faktörler olduğunu görürüz. Birliğin kurucu anlaşmalarına ve genişleme sürecine baktığımızda AB’nin temel hukuksal dayanakları arasında tüm aday ülkelere “aynı prensiplerin” uygulanmasını ve hiçbir ülkeye “ayırım yapılmaması” anlayışına rastlıyoruz. Yine benzer bir şekilde AB üyeliği sürecinin “pazarlıklar” içermediği ve tüm meselenin önceden belirlenen kurallara uyup uymamakla ilgili olduğunun sıkça ifade edildiğine tanık oluyoruz.
Bütün bunlara rağmen, GKRY 1 Mayıs 2004'te AB’nin temel ilke ve prensiplerine aykırı olarak birliğe üye olmuştur. Üstelik adada yaşayan iki toplumun fiilen ayrıldığı 1964 yılından itibaren Kıbrıs’ın tamamına egemen olmayan Rum tarafı tüm Kıbrıs’ı temsilen üyeliğe kabul edilmiştir. Böylelikle AB tarihinde ilk ve muhtemelen son kez bir devlet, sınırlarının dışında ve kontrolü altında olmayan topraklarda egemenlik iddia ederek üye olmayı başarmıştır.
Plana göre adadaki Türk askerlerinin en geç 2018 yılında adadan çekilecek olması ve geriye sadece durumu her üç yılda bir gözden geçirilecek sembolik 650 asker kalacak olmasına ve Türklere ait toprak oranının yüzde 36’dan minimum yüzde 29’a kadar düşürülecek olmasına rağmen Rumların bu planı kabul etmeyişi AB için büyük bir yenilgidir. Günümüzdeki gelişmeler ve Türk tarafının artan siyasi ve ekonomik gücü göz önünde bulundurulduğunda, buna benzer bir anlaşmanın Türk tarafına kabul ettirilmesi artık mümkün değildir. Ayrıca AB’nin tartışmalı GKRY kararı ile artık “taraf” olması ve Kıbrıslı Türklerin adadaki statüsünü uluslararası anlaşmalara aykırı olarak “kurucu ortak” yerine “azınlık” olarak görmesi ve Annan Planı sonrası verilen sözlerin yerine getirilmemesi, birliğin Türk tarafı nezdindeki saygınlığına da gölge düşürmüştür.
Rum tarafını üye alarak AB kendi prensiplerini çiğnedi
Rum tarafının üyeliğindeki çelişki ve gariplikler bununla da sınırlı değil. Bu katılım, ismini dönemin Fransız Başbakanı Edouard Balladur’dan alan ve 1995’te imzalandıktan sonra genişleme sürecindeki aday ülkelerin uyması için temel prensip kabul edilen “Balladur İstikrar Paktı”nda yer alan “AB'ye üyelik ancak komşularıyla iyi ilişkiler içinde olan ve aralarındaki sınır sorunlarını çözmeyi başaran ülkeler için mümkündür” prensibiyle de çelişmekte. Sınır çatışmaları olan veya azınlıklar yüzünden çatışma içinde olan hiçbir ülkenin AB üyesi olamayacağını vaz eden birlik, Avrupa’da en ciddi sınır sorunu olan ülkeyi birliğine kabul ederek kendi prensibini hiçe saymıştır.
Rum tarafının tek taraflı olarak AB’ye üye olması uluslararası anlaşmalara da aykırı. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran temel anlaşmalardan olan 1960 tarihli Garanti Anlaşması, Kıbrıs’ın Türkiye ile Yunanistan’ın birlikte üye olmadıkları siyasi ve ekonomik örgütlere katılımını kesin olarak yasaklamıştır. Ayrıca Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası da Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte taraf ya da üye olmadıkları uluslararası örgütlere üyelik konusunda adadaki her iki toplumun da birbirilerini veto hakkına sahip olduğunu kesin bir ifadeyle deklare etmiştir. Tüm bu gerçeklere rağmen Güney Kıbrıs’ın üyelik sürecinde ne Kıbrıslı Türklerin veto hakkı ne de Türkiye’nin AB üyesi olmaması gibi temel anayasal prensipler dikkate alınmıştır.
Tüm bu çelişkilerin vardığı ortak nokta ise üyelik sürecinin “pazarlığa kapalı” olduğu iddiasındaki AB’nin, önemsiz bir üyesi olan Yunanistan’ın şantajına boyun eğmiş olduğu gerçeğidir. GKRY’nin üyeliğinin gerçekleşmemesi durumunda tüm genişleme sürecini boykot edeceğini açıklayan Yunan tarafı amacına ulaşmıştır. [2]
Kıbrıs sorununda "taraf" olan AB saygınlığını kaybetti
Peki, AB’nin yaptığı bu hatanın ve Kıbrıslı Rumlara yapılan hamiliğin birlik için günümüze kadar uzanan olumsuz etkileri nelerdir? Öncelikle Rum tarafının AB’ye girişiyle birlikte Kıbrıs meselesinin çözümünün Batı’nın istekleri dâhilinde çözümü artık mümkün değildir. Bunun en büyük ispatı, Kıbrıs meselesinin çözümünde AB tarafından tarihi bir fırsat olarak görülen Annan Planı referandumunun Rumlar tarafından yüzde 76 gibi büyük bir oranla reddedilmiş olmasıdır. Yaklaşık dört buçuk yılda hazırlanan ve taraflardan gelen görüşlere göre beş kez revize edilen plan, kısa vadede Rum tarafına pek çok avantaj sağlamasına ve Kıbrıslı Türkler tarafından yüzde 65 ile kabul edilmesine rağmen, Kıbrıslı Türklerle güç paylaşımını ve siyasi eşitliği kabul etmeyen Rumlar tarafından kabul edilmemiştir. [3]
Plana göre adadaki Türk askerlerinin en geç 2018 yılında adadan çekilecek olması ve geriye sadece durumu her üç yılda bir gözden geçirilecek sembolik 650 asker kalacak olmasına ve Türklere ait toprak oranının yüzde 36’dan minimum yüzde 29’a kadar düşürülecek olmasına rağmen Rumların bu planı kabul etmeyişi AB için büyük bir yenilgidir. Günümüzdeki gelişmeler ve Türk tarafının artan siyasi ve ekonomik gücü göz önünde bulundurulduğunda, buna benzer bir anlaşmanın Türk tarafına kabul ettirilmesi artık mümkün değildir. Ayrıca AB’nin tartışmalı GKRY kararı ile artık “taraf” olması ve Kıbrıslı Türklerin adadaki statüsünü uluslararası anlaşmalara aykırı olarak “kurucu ortak” yerine “azınlık” olarak görmesi ve Annan Planı sonrası verilen sözlerin yerine getirilmemesi, birliğin Türk tarafı nezdindeki saygınlığına da gölge düşürmüştür.
Tarihsel olarak bakıldığında sosyal sözleşme anlayışının ve uluslararası hukuka uyumun modern Avrupa değerlerinin oluşmasında ana faktörler olduğunu görürüz. Birliğin kurucu anlaşmalarına ve genişleme sürecine baktığımızda AB’nin temel hukuksal dayanakları arasında tüm aday ülkelere “aynı prensiplerin” uygulanmasını ve hiçbir ülkeye “ayırım yapılmaması” anlayışına rastlıyoruz. Yine benzer bir şekilde AB üyeliği sürecinin “pazarlıklar” içermediği ve tüm meselenin önceden belirlenen kurallara uyup uymamakla ilgili olduğunun sıkça ifade edildiğine tanık oluyoruz.
Yunan-Rum tarafına Birlik içinde de muhalefet artacak
İkinci olarak, Doğu Akdeniz’de son zamanlarda keşfedilen hidrokarbon yatakları bölgedeki işbirliği için yeni fırsatlar yaratmıştır. Ancak AB’nin çelişkili Rum tarafı üyeliği ve hamiliği bu rezervlerin Avrupa pazarına ulaşmasının en güvenli ve kârlı yolu olan Türkiye üzerinden taşınması ihtimalini zora sokmuştur. Bir başka ifadeyle Rum ve Yunan tarafının maksimalist talep ve istekleri Avrupa ve Akdeniz’deki diğer kıyı devletlerinin ciddi maddi zarara uğramasına neden olmaktadır.
Üçüncü olarak, Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları sorununun çözülmemesi halinde, bölgenin daha büyük siyasi krizlerle karşılaşacağı aşikârdır. Böylesine büyük bir siyasi karışıklıktan hiçbir taraf yarar sağlamayacaktır. Ancak Avrupa’nın karşı karşıya bulunduğu göç tehlikesi ve Türkiye’nin onayı olmadan Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınamayacağı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, olası siyasi istikrarsızlıktan AB’nin daha fazla etkileneceği ortadadır.
Dördüncü olarak, Rumların hamiliğine soyunarak Türkiye’den gittikçe uzaklaşan AB, küresel bir aktör olma hedefinden de aynı ölçüde uzaklaşmaktadır. Dünyanın önemli hidrokarbon yataklarının ve geçiş yollarının üzerinde bir enerji koridoru olmasının yanı sıra artan siyasi ve askeri gücü ile bölgenin en önemli gücü haline gelen Türkiye ile karşı karşıya gelmek, AB için yapılabilecek en büyük stratejik hatalardan biridir. Yasadışı göç, uluslararası terörizm, enerji gereksinimi, güvenlik gibi bölgesel sorunların çözümünde, henüz düzenli bir ordusu bile olmayan AB’nin Türkiye ile işbirliği yapmadan başarılı olması mümkün değildir.
Sonuç olarak AB’nin aceleci, çelişkili ve uluslararası hukuka aykırı olarak aldığı Güney Kıbrıs’ın üyelik kararı birliğin sadece ekonomik ve siyasi gücünü değil, aslında bütünlüğünü ve geleceğini de tehdit etmektedir. Rum ve Yunan tarafı gibi sınırlı siyasi, ekonomik ve demografik gücü olan iki ülkenin AB’nin tüm Doğu Akdeniz siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmesi zamanla birlik içerisinde de ciddi bir muhalefetle karşı karşıya kalacaktır. Aynı GKRY kararında olduğu gibi, AB’nin şu an Türkiye’ye karşı sergilediği yanlı tutumun yanlışlıkları ve ağır faturası belli bir zamandan sonra çok daha net anlaşılacaktır. Bir başka ifadeyle, AB’nin geçmişin prangaları arasında yaptığı gelecek arayışları yapılan hatalardan dolayı kolay olmayacaktır.
[Prof. Dr. Hüseyin Işıksal Yakın Doğu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir]
[1] Bu konuda yazılmış detaylı bir makale için bakınız Hüseyin Işıksal (2019) “Dilemmas of the Contradictory EU Membership of the Republic of Cyprus and Turkey-EU Relations.” (Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Çelişkili Avrupa Birliği Üyeliğinin İkilemleri ve Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri). Gazi Akademik Bakış. 23. 2019. 119-133.
[2] Hüseyin Işıksal (2016). “Türkiye – Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) İlişkileri: Geçmişin Prangaları Arasında Gelecek Arayışları” iç. Örmeci, O., ve Hüseyin Işıksal (ed.) Mavi Elma: Türkiye-Avrupa İlişkileri. Ankara: Gazi Kitabevi. 257-273.
[3] Hüseyin Işıksal (2004). “Kıbrıs Sorunu ve Annan Planı Ekseninde Çözüm Stratejileri” iç. İrfan Kalaycı (ed.) Kıbrıs ve Geleceği: Ekonomi Politik Bir Tartışma. Ankara: Nobel. 61-76.
Yorum Yazın